Hicaz’ın doğu kapısı sayılan Tâif, tarih boyunca Arap Yarımadası’nın en müreffeh şehirlerinden biri ola gelmişti. Tarım, hayvancılık ve ticareti bir arada yürüten Tâifliler, ürettiklerini yabancı pazarlarda bizzat satarak uluslararası piyasalarda da tecrübe ve şöhret kazanmışlardı. Tâifliler başlangıçta, yaklaşık 100 kilometre mesafedeki Mekke şehrinin eşrafıyla dayanışma içinde hareket ediyordu. Ekonomik ve siyasî yardımlaşmaya akrabalık bağları da eklenmişti. Pek çok Mekkeli zengin, serin ikliminden dolayı yaz mevsimlerini Tâif’te satın aldıkları konaklarında ve bahçelerinde geçiriyordu. Ancak iki şehir birbirine ne kadar yakın olursa olsun, Kâbe’nin varlığının sağladığı doğal üstünlükten dolayı, Mekke daima Tâif’in bir adım önündeydi.
İslâmiyet öncesinde, Tâif’le Mekke arasındaki bu statü farkı, Tâiflilerin Kâbe’ye bir alternatif olarak “Lât” putunu ihdas etmelerine yol açtı. Ukaz Panayırı’nda aktif rol alan Tâifliler, böylece Mekke’yle açıktan rekabete giriştiler. Bu rekabet öylesine büyük bir düşmanlık halini aldı ki, Yemen Valisi Ebrehe Kâbe’yi yıkmak üzere Mekke’ye giderken şehirlerine uğradığında, Tâifliler onun yanına içlerinden birini kılavuz olarak verdiler.
Müslümanlar Mekke’de işkence ve türlü zulümlerle karşılaştığında, onlara güvenli bir yurt bulmaya çalışan Hz. Peygamber, Tâif’i bir seçenek olarak düşünürken muhtemelen iki şehir arasındaki tarihî rekabetten istifade etmek istemişti. Ancak maalesef netice müspet olmadı, Tâifliler, Hz. Peygamber ve Zeyd bin Hârise’yi taşlama bahtsızlığına sürüklendiler.
Hz. Peygamber’in “Benim için Uhud’dan daha zorluydu” şeklinde tarif ettiği Tâif tecrübesinden kısa bir süre sonra, Mekke’nin yaklaşık 450 kilometre kuzeyindeki Yesrib şehrinden gelen bir grup insanın Müslüman oluşu, tarihin seyrini değiştiren bir sürecin de başlangıcını teşkil edecekti. Hz. Peygamber ve Müslümanlara kucak açan Yesrib, bundan böyle “Medînetu’n-Nebî” (Peygamber’in şehri) ve “Medîne-i Münevvere” (Nurlanmış Medîne) olarak anılacaktı.
Yesrib’in dokusu, Mekke ve Medine’den oldukça farklıydı. Şehirde, iki büyük Arap kabilesi Evs ve Hazrec’in yanı sıra, üç güçlü Yahudi kabilesi yaşıyordu: Benû Kaynuka, Benû Nadîr ve Benû Kurayza. Kuyumculuk, tefecilik ve savaş malzemeleri imalatı gibi kritik sektörleri ellerinde tutan Yahudiler, aynı zamanda diplomasi sahasında da mahirlerdi. Evs ve Hazrec kabileleri uzun yıllar boyunca süren kanlı savaşlara tutuştuklarında, Yesrib Yahudileri Araplara hem silah satıyor hem de verdikleri uzun vadeli borçlarla, çatışan tarafların finansal ihtiyaçlarını gideriyordu. Nihayet savaş sona erip de şehirde yeniden asayiş sağlanırken Yahudiler bu kez “diplomat” sıfatıyla devreye giriyordu. Fakat onca birlik görüntülerine rağmen, Yahudi kabileleri arasında da kıyasıya bir rekabet vardı.
Hz. Peygamber hicret ederek Yesrib’e geldiğinde, her yönden parçalanmış ve rakip kliklere ayrılmış bir şehir bulmuştu. Hiçbir çatışmaya karışmamış güvenilir bir hakem sıfatıyla Yesrib’in yönetimini devralan Hz. Peygamber, “toplumsal barış” adına iki kritik adım attı: Önce Müslümanları kendi içlerinde kardeş yaparak, sosyal entegrasyonu hızlandırdı. Ardından, şehrin Yahudi ve müşrik unsurlarını karşısına oturtarak, onlarla bir vatandaşlık anlaşması imzaladı. “Medine Vesikası” adıyla kayıtlara geçen bu metin, insanlık tarihinin ilk anayasasıdır. Anlaşmanın şartları arasında “Yesrib’e dışarıdan bir saldırı olduğunda, şehri hep beraber savunmak” ve “hiçbir grubun, diğerleri aleyhine başkalarıyla yardımlaşmaması” gibi iki önemli madde de yer alıyordu. Sonraki süreçte Benû Kaynuka, Benû Nadîr ve Benû Kurayza Yahudileri, gönüllü biçimde vermiş oldukları bu sözleri bozacak, sırasıyla bölgenin gelenekleri ve Yahudi şeriatındaki cezalarla karşılaşacaklardı.
Hicreti düşünürken, şu nokta, üzerine kitaplar yazılacak kadar mühim:
Tâif’e yerleşmek müyesser olsaydı, Müslümanlar, Mekke’ye her yönden çok benzeyen bir şehre gitmiş olacaklardı. Yesrib’e hicret ise, İslâm’ın çağlar üstü mesajını vurgularcasına, gayrimüslimlerle -bilhassa Yahudilerle- nasıl münasebet kurulacağı ve onların domine ettiği bir atmosferde alternatiflerin nasıl oluşturulacağı konusunda kıyamete kadar geçerli bir yol haritasını gözlerimizin önüne sermiş bulunuyor.
Hicrî 1443’üncü yıla adım atmışken, Siyer-i Nebî’nin güncelliğini ve bugüne doğrudan mesajlarını daha fazla tefekkür zamanı…
Hicaz’ın doğu kapısı sayılan Tâif, tarih boyunca Arap Yarımadası’nın en müreffeh şehirlerinden biri ola gelmişti. Tarım, hayvancılık ve ticareti bir arada yürüten Tâifliler, ürettiklerini yabancı pazarlarda bizzat satarak uluslararası piyasalarda da tecrübe ve şöhret kazanmışlardı. Tâifliler başlangıçta, yaklaşık 100 kilometre mesafedeki Mekke şehrinin eşrafıyla dayanışma içinde hareket ediyordu. Ekonomik ve siyasî yardımlaşmaya akrabalık bağları da eklenmişti. Pek çok Mekkeli zengin, serin ikliminden dolayı yaz mevsimlerini Tâif’te satın aldıkları konaklarında ve bahçelerinde geçiriyordu. Ancak iki şehir birbirine ne kadar yakın olursa olsun, Kâbe’nin varlığının sağladığı doğal üstünlükten dolayı, Mekke daima Tâif’in bir adım önündeydi.
İslâmiyet öncesinde, Tâif’le Mekke arasındaki bu statü farkı, Tâiflilerin Kâbe’ye bir alternatif olarak “Lât” putunu ihdas etmelerine yol açtı. Ukaz Panayırı’nda aktif rol alan Tâifliler, böylece Mekke’yle açıktan rekabete giriştiler. Bu rekabet öylesine büyük bir düşmanlık halini aldı ki, Yemen Valisi Ebrehe Kâbe’yi yıkmak üzere Mekke’ye giderken şehirlerine uğradığında, Tâifliler onun yanına içlerinden birini kılavuz olarak verdiler.
Müslümanlar Mekke’de işkence ve türlü zulümlerle karşılaştığında, onlara güvenli bir yurt bulmaya çalışan Hz. Peygamber, Tâif’i bir seçenek olarak düşünürken muhtemelen iki şehir arasındaki tarihî rekabetten istifade etmek istemişti. Ancak maalesef netice müspet olmadı, Tâifliler, Hz. Peygamber ve Zeyd bin Hârise’yi taşlama bahtsızlığına sürüklendiler.
Hz. Peygamber’in “Benim için Uhud’dan daha zorluydu” şeklinde tarif ettiği Tâif tecrübesinden kısa bir süre sonra, Mekke’nin yaklaşık 450 kilometre kuzeyindeki Yesrib şehrinden gelen bir grup insanın Müslüman oluşu, tarihin seyrini değiştiren bir sürecin de başlangıcını teşkil edecekti. Hz. Peygamber ve Müslümanlara kucak açan Yesrib, bundan böyle “Medînetu’n-Nebî” (Peygamber’in şehri) ve “Medîne-i Münevvere” (Nurlanmış Medîne) olarak anılacaktı.
Yesrib’in dokusu, Mekke ve Medine’den oldukça farklıydı. Şehirde, iki büyük Arap kabilesi Evs ve Hazrec’in yanı sıra, üç güçlü Yahudi kabilesi yaşıyordu: Benû Kaynuka, Benû Nadîr ve Benû Kurayza. Kuyumculuk, tefecilik ve savaş malzemeleri imalatı gibi kritik sektörleri ellerinde tutan Yahudiler, aynı zamanda diplomasi sahasında da mahirlerdi. Evs ve Hazrec kabileleri uzun yıllar boyunca süren kanlı savaşlara tutuştuklarında, Yesrib Yahudileri Araplara hem silah satıyor hem de verdikleri uzun vadeli borçlarla, çatışan tarafların finansal ihtiyaçlarını gideriyordu. Nihayet savaş sona erip de şehirde yeniden asayiş sağlanırken Yahudiler bu kez “diplomat” sıfatıyla devreye giriyordu. Fakat onca birlik görüntülerine rağmen, Yahudi kabileleri arasında da kıyasıya bir rekabet vardı.
Hz. Peygamber hicret ederek Yesrib’e geldiğinde, her yönden parçalanmış ve rakip kliklere ayrılmış bir şehir bulmuştu. Hiçbir çatışmaya karışmamış güvenilir bir hakem sıfatıyla Yesrib’in yönetimini devralan Hz. Peygamber, “toplumsal barış” adına iki kritik adım attı: Önce Müslümanları kendi içlerinde kardeş yaparak, sosyal entegrasyonu hızlandırdı. Ardından, şehrin Yahudi ve müşrik unsurlarını karşısına oturtarak, onlarla bir vatandaşlık anlaşması imzaladı. “Medine Vesikası” adıyla kayıtlara geçen bu metin, insanlık tarihinin ilk anayasasıdır. Anlaşmanın şartları arasında “Yesrib’e dışarıdan bir saldırı olduğunda, şehri hep beraber savunmak” ve “hiçbir grubun, diğerleri aleyhine başkalarıyla yardımlaşmaması” gibi iki önemli madde de yer alıyordu. Sonraki süreçte Benû Kaynuka, Benû Nadîr ve Benû Kurayza Yahudileri, gönüllü biçimde vermiş oldukları bu sözleri bozacak, sırasıyla bölgenin gelenekleri ve Yahudi şeriatındaki cezalarla karşılaşacaklardı.
Hicreti düşünürken, şu nokta, üzerine kitaplar yazılacak kadar mühim:
Tâif’e yerleşmek müyesser olsaydı, Müslümanlar, Mekke’ye her yönden çok benzeyen bir şehre gitmiş olacaklardı. Yesrib’e hicret ise, İslâm’ın çağlar üstü mesajını vurgularcasına, gayrimüslimlerle -bilhassa Yahudilerle- nasıl münasebet kurulacağı ve onların domine ettiği bir atmosferde alternatiflerin nasıl oluşturulacağı konusunda kıyamete kadar geçerli bir yol haritasını gözlerimizin önüne sermiş bulunuyor.
Hicrî 1443’üncü yıla adım atmışken, Siyer-i Nebî’nin güncelliğini ve bugüne doğrudan mesajlarını daha fazla tefekkür zamanı…
Yeni aritmetik
Müslüman dünyadan Ramazan notları
Rabin kâbusu
İmam Harun’un hatırasına…
Pretoria’da bir akşam
Joburg postası
IMF’nin eli
İslâm dünyasına nasıl bakmalı?
“İslâm dünyası”na dair…
Şeyh Rosario
“Dünyayı kadınlar yönetsin”
Arap Birliği’nin serüveni
Çerçevenin içi
Bir canpolat
Mustafa Aga ile hasbihal
Kudüs’ü adımlarken…
Asil düşman
Test sahası
Kırım’ın hafızası
Tutkal
Dr. Azzâm’la hasbihal
Çatışmanın kökleri
TMT’ye selâm
Kudüs Muhafızı
Rîf’in aslanı
Ravza’da bir Osmanlı efendisi
Aile siyaseti
Hedefsizlik
Eymen’in mektubu
Tiran’ın mücevheri
Vazifeye odaklanmak
Hafıza kaybı
Kazak raporu
Gırnata’nın düşüşü
Arsız evlat
Câhiliye
Dörtte bir
Balkanların geleceği
Begümlerin kavgası
Beyaz Saray’dan İslâm’a…
Nüfuz daralması
Delhi’de dengeler
İçeriden bakış
Her şey mümkün
Parti bitti
Müftüye darbe
Kudüs, yeniden
Neden şimdi?
Paris-Tahran hattı
Ezberler
“Kriz yok”
Kayıp Müslümanlar
Darbe kültürü
Yeşil Prens
Taciz vesaire
Râvi
Hama Kasabı
Sıla-i rahim
Hive’den Buhara’ya
Terör sarmalı
Nahda’nın krizi
Mareşal
Günah devleti
Aynı yüzler
“Şu ihtiyar…”
Yerli oryantalizm
Tehcir
Taliban ve Çin
İran’ın yeri
Mağrib’de kriz
Sözde filozof
Linç kültürü
“Kukla rejim”
Hint iklimi
Hicret…
Kabir savaşı
Muvakkitler
Bir şahitlik
Yol ayrımı
El Harîka
Şu “Suriyeliler”
“Ülke yanıyor”
Su krizi
Cibrîl’in mirası
Tarihî derinlik
Âmil Hoca’ya rahmetle…
Beş nokta
Hangi Filistin?
Hedefler net
Terfîh
Bir imkânı heba etmek
Hamas ve İran
Kralın sınavı
Kördüğüm
Azzâm’ın öyküsü
67 çocuk
O izin peşinde…
Mukâveme
Biraz dikkat ve özen yeterli
Antisemitizm?
Beş cephe
Kral çıplak
Haber-i vâhid
Asıl tehlike
Bir türbeden daha fazlası
Anlamlı tevafuk
Som altın gibi…
Oruç coğrafyası
Ayşe Banu’nun hatırlattığı…
“Fitne bitti”
Yeni sayfa
Kaçan balıklar
İki tarz
Örtülü başkan
Vicdan
Krizin odağı
Papa’nın tespihi
Yol arkadaşı
Top taçta
Defans hattı
Köprü şahsiyet
İki çocuk
Soğuk temas
Bedri’ye veda
Yemen dramı
Beş kurşun
Dünyanın İncisi
Aile kavgası
İmamın kızı
Yeni yönetim
Zîyezen
Oyunun sonu
İparhan’ın öyküsü
Ulâ Zirvesi
Nebî Mûsâ
Sessiz ve derinden
Hâfız anne
O ev…
Köpük ve posa
Philby’nin hikâyesi
Şiirin gücü
Sahra’nın batısı
Beklenen…
İhvân yok olur mu?
Mehdî’nin vedası
Karikatür
Paris’in imamı
Ömer’in serüveni
Gaz lambası
Başmüzakereci
Rutine dönüş?
Fay hatları
Fisk’in ardından
Dinî diplomasi
İkinci adam
Müftüye bomba
Ceriç nerede?
Geriye bakmak
Sophie’den Meryem’e
Bender’in mesajı
Üç kurşun
Emir’in mirası
Türkiye faktörü
Lawrence’ın evi
Yaşlı kurt
Doha’nın yeri
Mesud’un mirası
Hangi şeriat?
Laik Sudan
Aile içi meseleler
Kiryat Gat
Derin kriz
Sessiz veda
Savaş ve barış
Kaosun tarihi
Normalleşme
Beyaz ülke
Kaplan Timi
Derin çatlak
Son halka
Zor yaz
Karın ağrısı
Dünyanın merkezi
Mavi Yarasa
Aynı acı
Suçları aynı
İlim ve siyaset
Tunus düğümü
Ortak payda
55 bin kare
“Onlar adamdı”
Aynı senaryo
“Hazır ol cenge…”
Levy’ye geçmiş olsun
Hevesler ve kursaklar
Malcolm rüzgârı
Aksâ’da namaz
Katili affetmek
Gannûşî’nin serveti
Hukemâ Meclisi
Dua günü
Prensesin vedası
Kuzenin feryadı
Revaklar kimin?
Mürüvvet ehli nerde?
Sineklik Olayı
Bu böyledir
İlhak hükümeti
Öteki tarih
Baraj kapağı
“Ben bunu neden yaptım?”
Virüslü siyaset
Sakat biyografi
Kanlı elbise
Peçeden maskeye
Orduda virus
Eve dönmek
Virüsle yaşamak
Yorgun savaşçı
İmâra’nın ardından…
Zor barış
Müftüye hapis
Maskaralık
Biblo ülke
Kardeş kavgası
İdlib çağrısı
Dizi fetvası
Tarihî kin