
Kıymetsiz seçilmişler: Falaşalar
Ocak 1996. Tel Aviv’deki Başbakanlık Ofisi’nin önünde toplanan binlerce insan, öfkeli sloganlar atıyor ve Başbakan Peres ile görüşmek istiyorlardı. Kısa süre önce Ma’riv gazetesinde yayınlanan bir haber ve devamında Ulusal Kan Bankası’ndan yapılan
Kıymetsiz seçilmişler: Falaşalar
Kıymetsiz seçilmişler: Falaşalar
Ocak 1996. Tel Aviv’deki Başbakanlık Ofisi’nin önünde toplanan binlerce insan, öfkeli sloganlar atıyor ve Başbakan Peres ile görüşmek istiyorlardı. Kısa süre önce Ma’riv gazetesinde yayınlanan bir haber ve devamında Ulusal Kan Bankası’ndan yapılan tatminden uzak açıklamalar, ortaya çıkan öfkenin siyasilere yönelmesine sebep olmuş ve bugüne gelinmişti. “Bizim de kanımız kırmızı ve biz de Yahudiyiz!” sloganlarından da anlaşılacağı üzere, kendilerinin ayrımcılığa tabi tutulduğunu ve İsrail’de bir “apartheid” uygulandığını iddia eden bu kalabalık grup, geçmiş 20 yıl içinde düzenlenen ve filmleri aratmayan operasyonlarla ülkeye getirilen Etiyopya Yahudilerinden başkası değildi: Falaşalar.


14 Mayıs 1948’de İsrail’in kuruluşunun ilan edilmesiyle birlikte başlayan tartışmalardan biri de kimlerin vatandaşlığa kabul edileceği hususuydu. Ülkenin ilk başbakanı David Ben Gurion’un imzasıyla hahambaşılara gönderilen mektuplara gelen cevaplar neticesinde hazırlanan “Geri Dönüş Yasası”, dünyanın dört bir yanındaki Yahudilere İsrail’e yerleşme hakkı tanıdı. Hahambaşılara göre Yahudi olmayan Falaşalar ise bu yasadan istifade edemediler.

1974 sonbaharında patlak veren Etiyopya İç Savaşı, ülkenin kuzeyine gelip düğümlenmiş ve bölgede on binlerce insanın ölümüne sebep olmuştu. 90’lı yılların başında kuzeyde Eritre’nin kurulmasıyla sona erecek savaşın en kanlı günleri, Falaşaları da asırlardır yaşadıkları topraklardan çıkmaya zorladı. Ovedya Yosef’in “fetvası” ve hemen sonrasındaki savaş, pek çoğunu gençlerin teşkil ettiği küçük grupların İsrail’e göçünü tetikledi. Bu düzensiz göç hareketi, sayıları birkaç on bin civarında olan Falaşaların tamamıyla İsrail’e yerleşmesini sağlamak açısından oldukça etkisizdi.

Devlet eliyle tertip edilen ilk Falaşa göçü 70’lerin sonunda başlatıldı ve yıllara yayılan bu operasyon MOSSAD ajanları tarafından büyük bir gizlilikle yürütüldü. Sudan’ın Kızıldeniz kıyısındaki şehri Port Sudan yakınlarında atıl durumdaki bir tatil köyü, İsveçli yatırımcı kılığındaki ajanlar tarafından 320 bin dolar karşılığında kiralandı. 1972’de Sudan Turizm Ajansı tarafından yaptırılan ancak elektrik ve sudan mahrum kalan tesis, kesenin ağzını açan “İsveçli yatırımcılar” sayesinde ihya oldu.

Altyapı eksikleri giderilen tatil köyü 15 bungalov eviyle hizmet vermeye başladı. Zaman içinde tesise gidip gelenler arasında Mısır ordu yetkilileri, İngiliz SAS komandoları gibi askeri kaynaklı isimler olmasına rağmen, operasyon deşifre olmadı. Temizlik ve mutfak işlerinde de kadın ajanların çalıştırıldığı “Arous Resort” 1984’e kadar varlığını sürdürdü ve yıllar içinde Etiyopya’dan çıkarılan yaklaşık 7 bin Falaşa bu gizli istasyon üzerinden İsrail’e nakledildi.

Mülteci kamplarındaki Etiyopyalılar arasından seçilen Falaşalar, 1985’in ilk günlerine değin devam eden Musa Operasyonu’yla İsrail’e getirildi. Yedi hafta boyunca 30 sefer düzenleyen ve dikkat çekmemek adına Brüksel aktarmalı olarak Tel Aviv’e inen Trans Avrupa Havayolları’na (TEA) ait uçakların her biri, 200’ün üzerinde Falaşa taşıdı. Seferler, operasyonun yavaş yavaş deşifre olması ve Sudan’ın Arap ülkelerinden baskı görmeye başlamasıyla, 5 Ocak 1985’te sona erdiğinde yaklaşık 8 bin Etiyopya Yahudisi “kurtarılmıştı”.

Kısa süre sonra, daha küçük çaplı bir operasyon için harekete geçildi. Musa Operasyonu’yla ülkeye getirilen Falaşalar arasında bulunan çocukların büyük kısmının ailelerini de içine alan bu yeni operasyona “Yeşu” adı verildi. ABD Senatosu’nun 100 üyesinin tamamının imzasıyla dönemin başkanı Ronald Reagan’a iletilen bir mektup, Falaşaları İsrail’e taşımak için düzenlenen operasyonların devam etmesini salık veriyordu. Reagan’ın talimatıyla harekete geçen Başkan Yardımcısı George H.W. Bush (Baba Bush), Yeşu Operasyonu’na dair süreci başlattı. 22 Mart 1985’te havalanan Amerikan Hava Kuvvetleri’ne ait 6 uçağın hedefinde Sudan-Etiyopya sınırı yakınlarındaki El Gadarif şehri vardı. Birkaç saat süren hareketlilik son bulduğunda 6 uçak da görevini başarıyla tamamlamış ve 600 civarında Falaşa’yla birlikte, İsrail’in kuzeyindeki Uvda Hava Üssü’ne inmişlerdi.

Arap ülkeleri başta olmak üzere uluslararası kamuoyunun tepkisini çeken operasyonlara ara verildi. Kendi çabalarıyla ülkeye gelen küçük gruplar haricinde, birkaç yıl boyunca ara verilen Falaşa transferi, 90’lı yıllarında başında yeniden gündeme geldi. 1991 yılında, Etiyopya’daki askeri rejimle Eritre ve Tigrinya Asileri arasındaki çatışmalar şiddetlendi. Devlet Başkanı Mengitsu Haile Mariam’ın koltuğunun sallanması ülkedeki kaosu körükleyince, Falaşalarla ilgili endişeler dillendirilmeye başlandı. Dünya genelindeki bazı Yahudi örgütlerinin baskılarıyla harekete geçen İsrail, yeni bir operasyonu gündemine aldı: Süleyman Operasyonu.


15 yıla yakın sürede Etiyopya Yahudilerinin çok büyük bir kısmı, yüzlerce yıldır yaşadıkları toprakları geride bırakmış ve İsrail’e yerleşmişlerdi. Geriye kalan az sayıda Falaşa’nın da ülkeye getirilmesi, sonraki bin yılın başlarını buldu ve 2013 yılına gelindiğinde süreç ancak tamamlandı. İnançları gereği Kudüs’e kavuşma hayaliyle yaşayan Falaşalar, bir bakıma bu hayallerini gerçekleştirmişlerdi. İsrail ise kendi içindeki sınıf farklarını, mevcut tüm sınıfların birden altında, siyahi Yahudilerden teşkil yeni bir topluluk oluşturarak çözmüş gibi görünüyordu.

İsrail’e getirilen Falaşalar, “başıboş” bırakılmadı. Öncelikli olarak kamplara yerleştirilerek İbranice öğrenmeye mecbur bırakıldılar. Yaklaşık iki yıl devam eden kamp sürecinden sonraysa başka bir zorunlu göç hikayesinin içinde buldular kendilerini; ancak bu kez bambaşka bir roldeydiler. İsrail’in Filistin topraklarında sürdürdüğü işgal ve yağma politikalarının vücuda gelmiş hali olarak yükselen yerleşim yerleri, yeni bir “yuva” olarak Falaşalara tahsis edilmeye başlandı. İsrail, yine bir taşla birkaç kuş vurmanın hesaplarını yapıyordu: Resmiyette görünenin aksine, Etiyopya Yahudilerinin “Gerçek Yahudi” olduklarına tam manasıyla ikna olmayan devlet, onları bir şekilde kendisinden uzak tutmayı başaracak ve Filistinlilerle kendisi arasında bir tampon olarak kullanacaktı.

İlk kez 1996 yılında patlak veren “kan skandalı”, Falaşalara karşı devlet eliyle bir ayrımcılık güdüldüğünü gözler önüne serdi. Ma’riv gazetesinin imza attığı haberler, İsrail Ulusal Kan Bankası’nın, siyahi Yahudilere ait kanları çöpe attığını tüm ülkeye duyurdu. Bunun üzerine sokaklara dökülen on binlerce Falaşa, HIV virüsü ambalajlı açıklamalardan tatmin olmayınca Tel Aviv’deki Başbakanlık Ofisi’nin yolunu tuttu. “İzahat” isteyen isyancıların temsilcileri, dönemin İsrail Başbakanı Şimon Peres’le görüşme imkanı buldu ve görüşme sonrasında Peres’in yaptığı özür açıklamasıyla sular durulsa da, geçen zaman, Falaşalara karşı tutumu ve maruz kaldıkları aşağılanmayı pek değiştirmedi; zira benzer bir skandal 2006 yılında yeniden yaşandı.

Sosyal hayatta pek çok ayrımcılığa tabi tutulan Falaşalar en büyük problemleriyse inançları noktasında yaşıyorlar. Yüzyıllar boyunca dini sistemlerini korumayı başaran topluluğun, İsrail’e gelirken hesap etmediği şeylerden biri de seküler bir devletle karşılaşacaklarıydı. İsrail’deki Yahudilerden çok daha farklı ibadet ve uygulamalara sahip Falaşaların bir apartman dairesinde oturmaları dahi inançlarını zedeleyecek bir durumdu. Kendi dinlerinden olmayan birine dokunduklarında kirleneceklerine inanan Falaşalar, ilk başlarda beyaz Yahudilere karşı da bu tavrı sürdürdüler. Yine Süleyman Mabedi ayakta olmadığı için kurban kesmeyen beyaz Yahudilerin aksine bu ibadetlerini yerine getirmeleri, toplumsal yaşantı açısından bir problemdi.

Cenaze merasimleri, dini bayramlardaki ritüelleri, doğum yapan ya da hastalanan kadınların bir süreliğine toplumdan izole yaşamaya mecbur edilmesi ve inançları gereği genellikle su kenarlarında yaşamak istemeleri gibi daha pek çok sorun, yeni yetişen nesillerin “asimile olmasıyla” ortadan kalkacak gibi görünüyor. Ancak gelinen noktada kendilerinden ödün vermek zorunda kaldıklarını ve “Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olduklarını” düşünen Falaşaların sayısı da az değil.
Günümüzde nüfusları 150 bine yaklaşan Falaşalara dair problemler, kanları ya da inançlarıyla sınırlı değil. İsrail’e “minnet borçlu olan” Falaşaların toplumun en alt tabakasını oluşturmasında ve beyaz Yahudilerden çok daha ucuza çalışmasında bir beis görülmüyor. Hiçbir zaman ilam edilmeyecek maluma göre, genellikle çöpçülük, inşaat işçiliği gibi beden gücüne dayalı işlerde çalışabiliyor ve belirli standartların üstünde bir hayata sahip olamıyorlar.
Yahudiliklerini ve İsrail’e bağlılıklarını ispat etmek isteyenleri içinse güvenlik gücü olarak istihdam edilmenin yolu açık. Nüfuslarının büyük kısmı işsizlikle boğuşan siyahi Yahudilerin birçoğu İsrail ordusu ya da emniyet teşkilatında görev alıyor. Falaşalar, vaktiyle ırkçılıktan çok çekmiş bir millet tarafından kendilerine reva görülen tüm bu aşağılanmayı bir şekilde bastırmak ve “seçilmişlerin en seçilmişi” beyaz Yahudilere yaranmak gayretiyle yaşamlarını sürdürüyorlar.
mecra