Modern târihin, yerleşikleri yoğunlaştıran, göçebeleri ise hem kenara iten, hem de seyrelten bir dizi tesir doğurduğunu biliyoruz. En azından merkez kapitalist dünyâ için bu kesindir. Yarı merkez ve çeper dünyâlarda ise geleneksel göçebelik çeşitli derecelerde devâm etmektedir. Göç hareketlilikleri eşitsiz ve çarpık yeni dünyâ işbölümünde ortadan kalkmış değildir. Çeper ve yarı merkez dünyâdan büyük kitlelerin , bilhassa post kolonyal devirlerden başlayarak merkez dünyâlara doğru dâimi bir hareketlilik hâlinde olduğunu görüyoruz. Açlık, kıtlık, iç savaşlar ve geleceksizlik bu hareketliliğin başat güdüleyicileridir.
Merkez dünyâlar bu süreci kontrol altında tutmanın derdi içindedirler. Burada çift istikâmetli bir baskı işlemektedir. Bir taraftan “kültürel” olarak bu kitleleri “dışlayıcı” bir dalga yükselmekte;diğer taraftan ise “ekonomik” olarak proleter uluslardan ucuz işgücü temini üzerinden “içermeci” sâikler işlemektedir. Hâsılı merkez dünyâ için bu mesele bir denge meselesidir. Çözümü bu süreci yönetmekte buldular. Sıkı hudut kontrolleri üzerinden fazlalıkları durduran, gelenleri kayda alıp, hızlı bir şekilde asimile edecek siyâsetler tâkip ettiler. Diğer mühim mesele de, dünyâdan artık çekmenin insan sermâyesi temelinde seçkin beyinleri ithâl etmek ve devşirmekti.
Bu işi, II. Genel Savaş sonundan, istihdam sıkıntısının yaşanmadığı yüksek oranlı büyüme süreçlerinin devâm ettiği 1970’lerin sonlarına kadar hayli başarılı bir şekilde devâm ettirdiklerini söyleyebiliriz. Ama 1980’lerden günümüze kadar, sermâyenin merkezkaç dinamikler kazandığı evrelerde işlerin renginin değiştiği görülüyor. Bir defâ Batı’da yaşanan refah toplumunun başardığı standartlar, tabanda yapılması gereken ama müreffeh orta sınıf insanların tenezzül etmediği alanları boşalttı. Göçmen işçiler hızla bu alanları doldurdu. Efendi-köle diyalektiğinin gereğince onlara bağımlılık doğdu. Diğer taraftan başta turizm olmak üzere tüketim kapitalizmi, sıkı disiplinli üretim kapitalizmine göre daha fazla “kaçak veren” sektörleriyle baskın hâle geldikçe bu göçü emen başka bir tesir doğurdu. Sermâye kayıpları neticesinde yaşanan istihdam daralmaları ise otokton proleterya ile dışarıdan gelen yabancı proleterya arasındaki gerilimleri başlattı. O kadar ki, bugün artık Batı demokrasilerinin ana sütunlarından birisini oluşturan, merkezden aşırıya doğru “sağ “ yelpâze, bu dışlayıcı tepkileri taşıyan yeni bir şekillenmeye uğradı. Buna mükâbil diğer cenahta , çeşitli türevleriyle “sol”, bu dalgayı karşılamak üzere seferber oldu.
Diğer taraftan ABD -Çin ve ABD-Rusya rekâbetinin doğurduğu ve Asya ile Afrika’yı içine alan onlarca mevziî savaş, bu göç dalgasını büyüten bir tesir doğurmakta. Velhâsıl, artık süreçler eskisi kadar başarılı yönetilemiyor. ABD, güneyinden gelen Hispanik-Lâtin, Avrupa ise güneyinden Afrika ve doğusundan Asyalı büyük bir göçmen baskısının altında. Tam da burada, Türkiye bu işin neresinde sorusunun karşılığını buluyoruz. Uygulanan yeni metod, merkeze ulaşmadan bu dalgayı başka yerlerde durdurmak üzerine kuruluyor. Bilhassa Avrupa Birliği’nin Türkiye algısını bu şekillendiriyor. Türkiye’nin ehemmiyeti göç dalgasını durduran bir dalgakıran olması. Buna son olarak Afganistan’ı terk etme karârı veren ABD de eklendi. Son NATO Toplantısında öncelikli konu , beklentilerin aksine ne S400, ne de Ermeni Soykırımı meselesi oldu. Angloamerikan aklı pratiktir. Doğrudan Türkiye’yi Afganistan ile iltisaklandıran bir gündemi yükseltip dayattılar. Arkasından Türkiye giderek büyüyen bir Afganlı sığınmacı akınına mâruz kaldı.
Kimileri imparatorluk geçmişimize bakıp bunun vakay-ı âdiyeden olduğunu, büyütülmemesi, zamâna bırakılması gerektiğini söylüyor. Muhalefet ise Sûriyeli göçünün doğurduğu yabancı düşmanlığının üzerine körükle gidiyor. Afganlı göçü ise bunu âdeta tuzu biberi oldu. Durumun zannedildiğinden daha vahim olduğunu düşünüyorum. Elbette ucuz yabancı düşmanlığı yapıp bu göçü, tıpkı Yunanistan’ın yaptığı gibi insanlık dışı tedbirlerle yönetmek bir imparatorluk bakıyesi olarak biz Türklere yakışmaz. Bir taraftan büyüyen yabancı düşmanlığı ile mücâdele etmek gerekiyor. Ama bu yetmez. Türkiye’nin kendisine biçilen dalgakıran rolünü üzerinden atması ve çelişkilerini yüzüne vurarak Batı’yı zorlaması gerekiyor. Ne kadar başarılı olunur, bilemiyorum. Ama bu rolü üzerimizden atmamız gerekiyor. Bu meseleyi yönetmek çok daha mühim. Romantik açıklamalar değil, kurumlara büyük iş düşüyor. Bu konuda yetişmiş kadroları istihdam edip, çok ciddî raporlamalara ve var olanlara ek kurum ve kuruluşların ihdâsına ihtiyacımız var. Unutmayalım, riskler çift başlıdır. Tehlike kadar fırsat da doğurur…
Modern târihin, yerleşikleri yoğunlaştıran, göçebeleri ise hem kenara iten, hem de seyrelten bir dizi tesir doğurduğunu biliyoruz. En azından merkez kapitalist dünyâ için bu kesindir. Yarı merkez ve çeper dünyâlarda ise geleneksel göçebelik çeşitli derecelerde devâm etmektedir. Göç hareketlilikleri eşitsiz ve çarpık yeni dünyâ işbölümünde ortadan kalkmış değildir. Çeper ve yarı merkez dünyâdan büyük kitlelerin , bilhassa post kolonyal devirlerden başlayarak merkez dünyâlara doğru dâimi bir hareketlilik hâlinde olduğunu görüyoruz. Açlık, kıtlık, iç savaşlar ve geleceksizlik bu hareketliliğin başat güdüleyicileridir.
Merkez dünyâlar bu süreci kontrol altında tutmanın derdi içindedirler. Burada çift istikâmetli bir baskı işlemektedir. Bir taraftan “kültürel” olarak bu kitleleri “dışlayıcı” bir dalga yükselmekte;diğer taraftan ise “ekonomik” olarak proleter uluslardan ucuz işgücü temini üzerinden “içermeci” sâikler işlemektedir. Hâsılı merkez dünyâ için bu mesele bir denge meselesidir. Çözümü bu süreci yönetmekte buldular. Sıkı hudut kontrolleri üzerinden fazlalıkları durduran, gelenleri kayda alıp, hızlı bir şekilde asimile edecek siyâsetler tâkip ettiler. Diğer mühim mesele de, dünyâdan artık çekmenin insan sermâyesi temelinde seçkin beyinleri ithâl etmek ve devşirmekti.
Bu işi, II. Genel Savaş sonundan, istihdam sıkıntısının yaşanmadığı yüksek oranlı büyüme süreçlerinin devâm ettiği 1970’lerin sonlarına kadar hayli başarılı bir şekilde devâm ettirdiklerini söyleyebiliriz. Ama 1980’lerden günümüze kadar, sermâyenin merkezkaç dinamikler kazandığı evrelerde işlerin renginin değiştiği görülüyor. Bir defâ Batı’da yaşanan refah toplumunun başardığı standartlar, tabanda yapılması gereken ama müreffeh orta sınıf insanların tenezzül etmediği alanları boşalttı. Göçmen işçiler hızla bu alanları doldurdu. Efendi-köle diyalektiğinin gereğince onlara bağımlılık doğdu. Diğer taraftan başta turizm olmak üzere tüketim kapitalizmi, sıkı disiplinli üretim kapitalizmine göre daha fazla “kaçak veren” sektörleriyle baskın hâle geldikçe bu göçü emen başka bir tesir doğurdu. Sermâye kayıpları neticesinde yaşanan istihdam daralmaları ise otokton proleterya ile dışarıdan gelen yabancı proleterya arasındaki gerilimleri başlattı. O kadar ki, bugün artık Batı demokrasilerinin ana sütunlarından birisini oluşturan, merkezden aşırıya doğru “sağ “ yelpâze, bu dışlayıcı tepkileri taşıyan yeni bir şekillenmeye uğradı. Buna mükâbil diğer cenahta , çeşitli türevleriyle “sol”, bu dalgayı karşılamak üzere seferber oldu.
Diğer taraftan ABD -Çin ve ABD-Rusya rekâbetinin doğurduğu ve Asya ile Afrika’yı içine alan onlarca mevziî savaş, bu göç dalgasını büyüten bir tesir doğurmakta. Velhâsıl, artık süreçler eskisi kadar başarılı yönetilemiyor. ABD, güneyinden gelen Hispanik-Lâtin, Avrupa ise güneyinden Afrika ve doğusundan Asyalı büyük bir göçmen baskısının altında. Tam da burada, Türkiye bu işin neresinde sorusunun karşılığını buluyoruz. Uygulanan yeni metod, merkeze ulaşmadan bu dalgayı başka yerlerde durdurmak üzerine kuruluyor. Bilhassa Avrupa Birliği’nin Türkiye algısını bu şekillendiriyor. Türkiye’nin ehemmiyeti göç dalgasını durduran bir dalgakıran olması. Buna son olarak Afganistan’ı terk etme karârı veren ABD de eklendi. Son NATO Toplantısında öncelikli konu , beklentilerin aksine ne S400, ne de Ermeni Soykırımı meselesi oldu. Angloamerikan aklı pratiktir. Doğrudan Türkiye’yi Afganistan ile iltisaklandıran bir gündemi yükseltip dayattılar. Arkasından Türkiye giderek büyüyen bir Afganlı sığınmacı akınına mâruz kaldı.
Kimileri imparatorluk geçmişimize bakıp bunun vakay-ı âdiyeden olduğunu, büyütülmemesi, zamâna bırakılması gerektiğini söylüyor. Muhalefet ise Sûriyeli göçünün doğurduğu yabancı düşmanlığının üzerine körükle gidiyor. Afganlı göçü ise bunu âdeta tuzu biberi oldu. Durumun zannedildiğinden daha vahim olduğunu düşünüyorum. Elbette ucuz yabancı düşmanlığı yapıp bu göçü, tıpkı Yunanistan’ın yaptığı gibi insanlık dışı tedbirlerle yönetmek bir imparatorluk bakıyesi olarak biz Türklere yakışmaz. Bir taraftan büyüyen yabancı düşmanlığı ile mücâdele etmek gerekiyor. Ama bu yetmez. Türkiye’nin kendisine biçilen dalgakıran rolünü üzerinden atması ve çelişkilerini yüzüne vurarak Batı’yı zorlaması gerekiyor. Ne kadar başarılı olunur, bilemiyorum. Ama bu rolü üzerimizden atmamız gerekiyor. Bu meseleyi yönetmek çok daha mühim. Romantik açıklamalar değil, kurumlara büyük iş düşüyor. Bu konuda yetişmiş kadroları istihdam edip, çok ciddî raporlamalara ve var olanlara ek kurum ve kuruluşların ihdâsına ihtiyacımız var. Unutmayalım, riskler çift başlıdır. Tehlike kadar fırsat da doğurur…
Miçotakis’in ABD konuşması târihsel bir kırılmadır
Sûriye, Irak ve Ukrayna savaşı
Târihsel seyirler
Târihsel vodviller üzerine
Büyülü bir kavram üzerine
ABD kazanırsa?.. Rusya kazanırsa?.. Türkiye?..
Fransa seçimleri
Savaşın katmanları
Coğrafyalar üzerine âfâkî bir yazı….
Toplum olmak
Ukrayna’nın tarafsızlığı
Güzel zamanların sonu
Kuşatmalar
Değerler ve antideğerler
İndirgemecilik
Kokuşan savaş
Ambargolara dâir
Soğuk savaş mı?
Kirli târih
Savaşın cilveleri…
İş bitti…
Kutuplaşma notları
İki hat
Atlantik çatlağı
Düşmanlaştırma üzerine
Muhit mi, takı mı?
Geçiş süreçleri üzerine düşünmek
Savaş rüzgârları
Komedyenler, silikler ve otokratlar
Duygular ve düşünceler üzerine
Türkiye ve İsrail
TURİNG
Bir intihârın düşündürdükleri
Rusya’nın Asya gölgesi
Savaş..
İnsanlar ve âletler
2022’ye girerken
Sokak hayvanları
Azim ve kararlılık
Kriz üzerine düşünceler
İç siyâset-dış siyâset
Târihin fotografi ve sinematografisi
Ukrayna…
Hatay meselesi…
Sessiz ve derinden..
Ekonomik sıkıntı…
Ukrayna ve Tayvan derken
Türkiye, Asya içlerine doğru
Sezâî Karakoç’un vefâtının düşündürdükleri
Türk Devletleri Topluluğu kuruldu..
Bizler ve onlar…
Bırak şu burjuva âdetlerini…
Temellerin duruşması
İsimcilik…
Gecikmiş bir siyâsal transpozisyon üzerine
Kararlılık…
Paralel NATO ve Türkiye
Krizler ve toplumsal mâliyetleri
Akdeniz barışı
Yapılar “arası” ve yapılar “içi” çatışmalar
İran, Türkiye, Azerbaycan ve diğerleri
Bir arpa boyu târih
Avrupa sarsılırken..
Je Suis Karl..
Erdoğan-Putin zirvesine doğru
Ütülü haritalardan büzüşük haritalara
Yatay ve dikey eksenler
Avrupa savaşları..
Arınmaların âkıbeti
Orta sınıflara ne oldu?
İstanbul’un fâtihleri…
Tek Yol mu, Yeşil Yol mu…
Afganistan’daki denklemde görülmeyenler
Afganistan ve ihtimâller
Dünyânın karadeliği Afganistan’da olup bitenler
Alev Alatlı’nın Hollywood’u..
Göçmenler, sığınmacılar..(2)
Göçmenler, sığınmacılar(1)
Ateşin çocukları
Siyâsetin ucuzlaşması
Tunus ve sırıtanlar
2023’e doğru Türkiye
Kıvamsız muhafazakârlık
Türkiye-Pakistan ilişkilerinin geleceği
Solcular ve sağcılar
Derinlikler
Târihsel kayıplar
Tecrit savaşları
Mahremiyet kaybı
İran ve Ermenistan seçimlerinin düşündürdükleri (2)
İran ve Ermenistan seçimlerinin düşündürdükleri (1)
Haritalarla bir söyleşi
NATO’nun küreselleşmesi
NATO toplantısı üzerine
Kurumsallık
Açıklık
NATO Zirvesi
Türkiye’nin atağı
Çolak Sâlih, Polat Alemdar ve Nihavend Meydan Faslı
Medenî hâller…
Sokaklar ve siyâset
Antisemitizm
Kudüs ve Mezopotamya
Türbülans
Avrupa ve darbeler
İran düğümü
Türkiye-ABD ilişkilerinin geleceği
Kırılganlık
Afganistan
Egemenlik
Haritalar ne söylüyor?
“Diktatör”…
Bildirilerin dünyâsı
Karadeniz çırpınıyor…
Salıncaklı târih
Biyolojist tehdit
Yeni Soğuk Savaş
HDP’nin kapatılma süreci üzerine
Ortadoğu; deste aynı…
Terleme ve terletme
Papa ve yeni paganlık
Ulusların geleceği
İhtimâller üzerine bâzı akıl yürütmeler
Adem-i merkeziyet mi, adem-i âdemiyet mi?
Biden’ın Münih konuşması üzerine
Çin’de olup bitenlerin düşündürdükleri
Diplomasi gafı mı?
Soyutlama oyunları
Teknoloji ve Türkler
Kültürel metastaz
Sermâye kavgaları
Bilim ve “yolsuzlukları”
Transatlantik’te neler oluyor?
Siyâsetin hafızası
Batı merkezli dünya
İkilikler
Tekno dünyânın cilveleri
İhsan Özgen’in ardından
Geliyorlar…
Minimalizm üzerine
Zamânın kırılganlığı
Bilgi ve görgü dünyâsı olarak Mevleviyye’nin dramı
İki haber…
Moral önderlik
Yaptırımlar
Kamusallıklar
Transatlantik
Yeni yeşil mutabakat 2
Yeni Yeşil Mutabakat (1)
İran ve Türkiye; Quo Vadis?
Biden ile aslında kim kazandı?
Demokrasinin araçsallaştırılması
Hukuk…
Biden ile Türkiye
Biden ile dünyâ
Biden ile ABD
Nâfile bir seçim…
Kutsal, özgürlük ve şiddet
Marx yaşasaydı nereye giderdi?
Rusya’nın ahvâli
ABD seçimlerinden demokrasi ve hukuk manzaraları
Silâhlanma, kan dâvâları ve siyâset
Hazar ve Karadeniz
Savaşı büyütmek
Eksenler…
Kafkasya’da oyun içinde oyun…
İngiltere nerede?
Darbe çağrısı
Üst kimliksiz yaşamak…
Anlaşma
12 Eylül
Târihin diyalektik cilveleri
Feyruz ve Macron
Fransa, Doğu Akdeniz’in yeni sahibi mi?
Türkiye “büyürken” yaşanan küçüklükler..
Kararlılık
Müjde ve sonrası
Trump mı, Biden mı?
Biden hazırlığı
Lübnan ve ölümcül kimlikler
CHP’de olup bitenler
İstanbul Sözleşmesi ve tepkiler
Medeniyet çıkmazı
Kadına şiddet
Kadına şiddet
Avrupa’daki Avrupalar..
Tuhaflıklar..
Müzeden mâbede…
Z Kuşağı
Kuzular ve kurtlar…
Siyâsetten soğumak
Fâtih’in resmi ve Ekrem Bey
Minimalistler
Edilgenlik duygusu
Ayasofya
Kim kazanacak, kim kaybedecek?
Sağlık ve ekonominin kıskacında
Şiddet sarmalı
Pandomima ve Brahmanizm
Mülksüzleştirme
Küresel sosyalizm
Korku ve cesâret
Ligler karışıyor
Bakalım kim kazanacak?
Evveli, âhiri…
Savaş….
OK Boomer…
Kamusal hayâta mersiye
Sentez…
Nasıl bir yakın gelecek?
Platform ve Hududullah
“Bulaş”günlerinde aşk…
Hâfıza-i beşer üzerine bazı notlar
Ev hikayeleri
Toplumsallık mıdır çöken?
Esas kavga…
Kapitalizm ve korkularımız
Sevmek dokunmaktır
Moskova mutabakatının ardından
Avrupa’nın derin kökleri
İnsan kasırgası
Geliyorlar mı?
Söyle Atakan, büyüyünce ne olacaksın? ….
Şuyûu vukûu kadar beter işler…
Daha iyi bir gelecek..
Soçi ve Astana’yı uğurlarken
Virüs târihi değiştirir mi?
Asrın fiyaskosu nasıl işleyecek?