İnsan hayâtı bir bileşke. Aslında bireysel hayâtlarımıza o kadar çok hayât sığdırıyoruz ki.. Çocukluğumuzdan başlayarak, kişiliklerimize, en yakınlarımızdan başlayarak “dış dünyâdan” ithâl ettiğimiz unsurları dâhil ediyor; “içimizden gelenlerlerle” harmanlıyoruz. Karmaşık bir süreç bu. Herşey bir “özenme” ve “taklide” dayanıyor. Meselâ erkek çocuklar evvel emirde “babalarını” taklit ediyor; kız çocuklar ise “annelerini”..Tabiî ortaya çok sayıda komik manzaralar çıkıyor. Rol yapıyoruz. Başlangıçta bu rolleri; mimik, jest ve davranışları pek çoğumuz yüzümüze gözümüze bulaştırıyoruz. Küçük bedenlere o roller oturmuyor. Zaman ilerledikçe, toplumsallaşmasının boyutları derinleştikçe başkaları da devreye giriyor. Kişiliklerin oturması veyâ olgunlaşma denilen bir şey varsa, bu devşirilmiş rollerin bize yakışmaya başlaması, yaradılışımızdan gelenlerle uyumlulaşması, hazmedilmesi, başkalarınca artık yadırganmamasından başka bir şey değil. Tabloların hayli değişken olduğunu söyleyebiliriz. … Bâzıları ileri yaşlarda bile rollerini o kadar kötü oynayabiliyor ki.. Dünyâ sahnesi içi doldurulmamış, hakkı verilmemiş eğreti rollerin performanslarından geçilmiyor. Bunlar bâzen ağır eleştirilerin konusu edilebiliyor. Bâzen de, menfaat icâbı görülmek istenmiyor.
Eğer birileri rollerini abartıyorsa ona “tiyatro yapma” veyâ “oyun oynama” tarzı bir îkaz gelebilir. “Gerçekçiliğe” veyâ “ciddiyete” çağrı, rollerin abartılmasına, inandırıcı olmaktan çıkmasına bir tepkidir. Hoş, bu çağrıyı yapanlar çok defâ ciddiyetin veyâ gerçekçiliğin de bir tarz oyun olduğunu unuturlar. Târihçi Huizinga insanın diğer varlıklar karşısında en ayırd edici niteliklerinden birisinin “oyun oynama” kabiliyeti olduğunu yazar. Homo Ludens, yâni oynayan insan der buna. Aslında bu saptama, asırlar evvel, bütün zamanların en büyük tiyatro ustası olan Sheakespeare’in mâhut söyleminde ifâdesini bulan vurucu bir îkâzın yansımasıdır. Seyircilere dönerek, “Hanımefendiler ve beyefendiler. Dünyâ bir tiyatrodur. Ve bütün erkekler ve kadınlar sahnedeyiz” diyordu Sheakespeare. Aslında dünyâ tiyatrosunda (Theatrum Mundi) seyirci de seyretme oyununu oynayan bir oyuncudur. Sartre Altona Mahkûmları’nda ahlâkî bağlamı üzerinden ne güzel anlatır bu durumu. Eski Nazi Franz Von Gerlacht, derin bir bulantı içinde bir tiyatro oyununu basar. Sahnedeki oyuncular şapkalıdır. Sahneye fırlar ve seyircilere bağırır: ”Şapkalarınız nerede?”..
Kapitalizm herşeyi metâlaştırmak ve endüstrisini kurmakla mâruftur. Sâhip olduğu ve biteviye geliştirdiği kültürel araçlarla, kapitalist akla ve menfaatlere uygun bir insanlık üretmek ve türetmek için elinden gelenin en iyisini yapar. Temsiller dünyâsı ve onun en incelmiş ürünlerini ifâde eden sanatları sonuna kadar kullanır. Edebiyât, tiyatro ve müzik dünyâlarını kolonize etmek için elinden geleni yapmıştır. Vasatî olanı yakalamak, vasat almak bu işin mühendisliğinin sırrını verir. Kültürel derinlikleri yüzeye vurduran, dışbükeyleştiren kitle kültürü ve onu tâkip eden popüler kültür kavramlarının içini de bu doldurmaktadır. Amaç sâdece yaygın bir tüketim üzerinden kâr devşirmek değil; aynı zamanda bilinçleri fethetmek ve sömürgeleştirmektir. Sinema ile kapitalizm arasındaki ilişki bu açıdan biçilmiş kaftandır. Homo Ludens’e, gömüldüğü o rahat koltuklarda en kitlesel ölçekte senaryolar yazmakta, rol kalıpları sunmakta, nasıl düşünmesi, neleri, nasıl hissetmesi ve nasıl oynaması gerektiğini söylemektedir. Hollywood’un târihi tam da bunu anlatmaktadır.
Alev Alatlı, Allah uzun ömürler versin, Türkiye’nin en başat edebiyatçı düşünürlerinden birisidir. Velûdiyeti de hayranlık vericidir. Olguların üzerine hiçbir ayrıntıyı kaçırmamaya çalışan bir titizlikle gider. Kendisinin de sevdiği bir ifâdeyle, hiçbir “çalının dibini eşelemeden” bırakmaz. Şahsen kendisini tanımaktan her zaman şeref duydum ve eserlerini ilham verici buldum. Fikirlerine katılmayabilirsiniz; ama onun herhangi bir kitabını, ister bir roman, ister bir deneme veyâ inceleme, sarsılmadan okumamak mümkün değil. Alev Hanım âdeta tek başına bir “dünyâ nöbeti” tutuyor, sis çanı çalıyor. En olağan şeylerdeki olağan dışı tarafları ortaya çıkarıyor. Son çalışması Hollywood üzerine. “Suç Ortağı Hollywood“ başlığını taşıyor. Turkuaz Yayınları’ndan çıktı. Üslûbu olağanüstü akıcı. Âdeta okuruyla sohbet eder gibi yazıyor. Sıkılmadan, şaşırarak, hani derler ya, bir solukta okuyacağınız bir kitap bu. Hollywood’un târih galerilerinde dolaşacak, ikonlarına yakından bakacak,muhtelif duygular yaşayacaksınız.. Ama sarsılacağınız ve Amerikan miti üzerinden kendi hayâtınızı sorgulayacağınız muhakkak. Size varoluşsal temelde bir ışık tutacak; ne kadar ve nasıl Amerikalılaştırıldığınızı anlatacak bu kitap. Bilinç, hattâ bilinçaltlarımızın nasıl şekillendirildiğini göreceksiniz. Gâliba Hollywood üzerinden Theatrum Mundi bir Cinema Mundi’ye dönüştü. Lâkin bir mâsumiyet kaybı üzerinden ..Tiyatro mâsumdu. Ama sinema öyle değil. (Elbette Amerikan sinemasının ağır baskısına ve dışlamasına mâruz kalan alternatif sinemalar bu değerlendirmenin dışındadır). Yüksek bütçeli, tek başına bakıldığında sanatsal açıdan başarılı olan Hollywood’un mâsumiyeti yavaş yavaş kaybolacak, bu endüstriyi kuşatan “kirli” siyâsal, bürokratik, askerî, ve medyatik ilişkileri, küresel Amerikan hegemonyası ile onun sineması arasındaki bağları keşfedeceksiniz. Alev Hanım, Amerikan miti ve Homo Americanus’un inşâ edildiği ve milyarlarca insana ulaştırıldığı Hollywood’un yapı sökümünü yapıyor. Harâretle tavsiye ediyorum…
İnsan hayâtı bir bileşke. Aslında bireysel hayâtlarımıza o kadar çok hayât sığdırıyoruz ki.. Çocukluğumuzdan başlayarak, kişiliklerimize, en yakınlarımızdan başlayarak “dış dünyâdan” ithâl ettiğimiz unsurları dâhil ediyor; “içimizden gelenlerlerle” harmanlıyoruz. Karmaşık bir süreç bu. Herşey bir “özenme” ve “taklide” dayanıyor. Meselâ erkek çocuklar evvel emirde “babalarını” taklit ediyor; kız çocuklar ise “annelerini”..Tabiî ortaya çok sayıda komik manzaralar çıkıyor. Rol yapıyoruz. Başlangıçta bu rolleri; mimik, jest ve davranışları pek çoğumuz yüzümüze gözümüze bulaştırıyoruz. Küçük bedenlere o roller oturmuyor. Zaman ilerledikçe, toplumsallaşmasının boyutları derinleştikçe başkaları da devreye giriyor. Kişiliklerin oturması veyâ olgunlaşma denilen bir şey varsa, bu devşirilmiş rollerin bize yakışmaya başlaması, yaradılışımızdan gelenlerle uyumlulaşması, hazmedilmesi, başkalarınca artık yadırganmamasından başka bir şey değil. Tabloların hayli değişken olduğunu söyleyebiliriz. … Bâzıları ileri yaşlarda bile rollerini o kadar kötü oynayabiliyor ki.. Dünyâ sahnesi içi doldurulmamış, hakkı verilmemiş eğreti rollerin performanslarından geçilmiyor. Bunlar bâzen ağır eleştirilerin konusu edilebiliyor. Bâzen de, menfaat icâbı görülmek istenmiyor.
Eğer birileri rollerini abartıyorsa ona “tiyatro yapma” veyâ “oyun oynama” tarzı bir îkaz gelebilir. “Gerçekçiliğe” veyâ “ciddiyete” çağrı, rollerin abartılmasına, inandırıcı olmaktan çıkmasına bir tepkidir. Hoş, bu çağrıyı yapanlar çok defâ ciddiyetin veyâ gerçekçiliğin de bir tarz oyun olduğunu unuturlar. Târihçi Huizinga insanın diğer varlıklar karşısında en ayırd edici niteliklerinden birisinin “oyun oynama” kabiliyeti olduğunu yazar. Homo Ludens, yâni oynayan insan der buna. Aslında bu saptama, asırlar evvel, bütün zamanların en büyük tiyatro ustası olan Sheakespeare’in mâhut söyleminde ifâdesini bulan vurucu bir îkâzın yansımasıdır. Seyircilere dönerek, “Hanımefendiler ve beyefendiler. Dünyâ bir tiyatrodur. Ve bütün erkekler ve kadınlar sahnedeyiz” diyordu Sheakespeare. Aslında dünyâ tiyatrosunda (Theatrum Mundi) seyirci de seyretme oyununu oynayan bir oyuncudur. Sartre Altona Mahkûmları’nda ahlâkî bağlamı üzerinden ne güzel anlatır bu durumu. Eski Nazi Franz Von Gerlacht, derin bir bulantı içinde bir tiyatro oyununu basar. Sahnedeki oyuncular şapkalıdır. Sahneye fırlar ve seyircilere bağırır: ”Şapkalarınız nerede?”..
Kapitalizm herşeyi metâlaştırmak ve endüstrisini kurmakla mâruftur. Sâhip olduğu ve biteviye geliştirdiği kültürel araçlarla, kapitalist akla ve menfaatlere uygun bir insanlık üretmek ve türetmek için elinden gelenin en iyisini yapar. Temsiller dünyâsı ve onun en incelmiş ürünlerini ifâde eden sanatları sonuna kadar kullanır. Edebiyât, tiyatro ve müzik dünyâlarını kolonize etmek için elinden geleni yapmıştır. Vasatî olanı yakalamak, vasat almak bu işin mühendisliğinin sırrını verir. Kültürel derinlikleri yüzeye vurduran, dışbükeyleştiren kitle kültürü ve onu tâkip eden popüler kültür kavramlarının içini de bu doldurmaktadır. Amaç sâdece yaygın bir tüketim üzerinden kâr devşirmek değil; aynı zamanda bilinçleri fethetmek ve sömürgeleştirmektir. Sinema ile kapitalizm arasındaki ilişki bu açıdan biçilmiş kaftandır. Homo Ludens’e, gömüldüğü o rahat koltuklarda en kitlesel ölçekte senaryolar yazmakta, rol kalıpları sunmakta, nasıl düşünmesi, neleri, nasıl hissetmesi ve nasıl oynaması gerektiğini söylemektedir. Hollywood’un târihi tam da bunu anlatmaktadır.
Alev Alatlı, Allah uzun ömürler versin, Türkiye’nin en başat edebiyatçı düşünürlerinden birisidir. Velûdiyeti de hayranlık vericidir. Olguların üzerine hiçbir ayrıntıyı kaçırmamaya çalışan bir titizlikle gider. Kendisinin de sevdiği bir ifâdeyle, hiçbir “çalının dibini eşelemeden” bırakmaz. Şahsen kendisini tanımaktan her zaman şeref duydum ve eserlerini ilham verici buldum. Fikirlerine katılmayabilirsiniz; ama onun herhangi bir kitabını, ister bir roman, ister bir deneme veyâ inceleme, sarsılmadan okumamak mümkün değil. Alev Hanım âdeta tek başına bir “dünyâ nöbeti” tutuyor, sis çanı çalıyor. En olağan şeylerdeki olağan dışı tarafları ortaya çıkarıyor. Son çalışması Hollywood üzerine. “Suç Ortağı Hollywood“ başlığını taşıyor. Turkuaz Yayınları’ndan çıktı. Üslûbu olağanüstü akıcı. Âdeta okuruyla sohbet eder gibi yazıyor. Sıkılmadan, şaşırarak, hani derler ya, bir solukta okuyacağınız bir kitap bu. Hollywood’un târih galerilerinde dolaşacak, ikonlarına yakından bakacak,muhtelif duygular yaşayacaksınız.. Ama sarsılacağınız ve Amerikan miti üzerinden kendi hayâtınızı sorgulayacağınız muhakkak. Size varoluşsal temelde bir ışık tutacak; ne kadar ve nasıl Amerikalılaştırıldığınızı anlatacak bu kitap. Bilinç, hattâ bilinçaltlarımızın nasıl şekillendirildiğini göreceksiniz. Gâliba Hollywood üzerinden Theatrum Mundi bir Cinema Mundi’ye dönüştü. Lâkin bir mâsumiyet kaybı üzerinden ..Tiyatro mâsumdu. Ama sinema öyle değil. (Elbette Amerikan sinemasının ağır baskısına ve dışlamasına mâruz kalan alternatif sinemalar bu değerlendirmenin dışındadır). Yüksek bütçeli, tek başına bakıldığında sanatsal açıdan başarılı olan Hollywood’un mâsumiyeti yavaş yavaş kaybolacak, bu endüstriyi kuşatan “kirli” siyâsal, bürokratik, askerî, ve medyatik ilişkileri, küresel Amerikan hegemonyası ile onun sineması arasındaki bağları keşfedeceksiniz. Alev Hanım, Amerikan miti ve Homo Americanus’un inşâ edildiği ve milyarlarca insana ulaştırıldığı Hollywood’un yapı sökümünü yapıyor. Harâretle tavsiye ediyorum…
Miçotakis’in ABD konuşması târihsel bir kırılmadır
Sûriye, Irak ve Ukrayna savaşı
Târihsel seyirler
Târihsel vodviller üzerine
Büyülü bir kavram üzerine
ABD kazanırsa?.. Rusya kazanırsa?.. Türkiye?..
Fransa seçimleri
Savaşın katmanları
Coğrafyalar üzerine âfâkî bir yazı….
Toplum olmak
Ukrayna’nın tarafsızlığı
Güzel zamanların sonu
Kuşatmalar
Değerler ve antideğerler
İndirgemecilik
Kokuşan savaş
Ambargolara dâir
Soğuk savaş mı?
Kirli târih
Savaşın cilveleri…
İş bitti…
Kutuplaşma notları
İki hat
Atlantik çatlağı
Düşmanlaştırma üzerine
Muhit mi, takı mı?
Geçiş süreçleri üzerine düşünmek
Savaş rüzgârları
Komedyenler, silikler ve otokratlar
Duygular ve düşünceler üzerine
Türkiye ve İsrail
TURİNG
Bir intihârın düşündürdükleri
Rusya’nın Asya gölgesi
Savaş..
İnsanlar ve âletler
2022’ye girerken
Sokak hayvanları
Azim ve kararlılık
Kriz üzerine düşünceler
İç siyâset-dış siyâset
Târihin fotografi ve sinematografisi
Ukrayna…
Hatay meselesi…
Sessiz ve derinden..
Ekonomik sıkıntı…
Ukrayna ve Tayvan derken
Türkiye, Asya içlerine doğru
Sezâî Karakoç’un vefâtının düşündürdükleri
Türk Devletleri Topluluğu kuruldu..
Bizler ve onlar…
Bırak şu burjuva âdetlerini…
Temellerin duruşması
İsimcilik…
Gecikmiş bir siyâsal transpozisyon üzerine
Kararlılık…
Paralel NATO ve Türkiye
Krizler ve toplumsal mâliyetleri
Akdeniz barışı
Yapılar “arası” ve yapılar “içi” çatışmalar
İran, Türkiye, Azerbaycan ve diğerleri
Bir arpa boyu târih
Avrupa sarsılırken..
Je Suis Karl..
Erdoğan-Putin zirvesine doğru
Ütülü haritalardan büzüşük haritalara
Yatay ve dikey eksenler
Avrupa savaşları..
Arınmaların âkıbeti
Orta sınıflara ne oldu?
İstanbul’un fâtihleri…
Tek Yol mu, Yeşil Yol mu…
Afganistan’daki denklemde görülmeyenler
Afganistan ve ihtimâller
Dünyânın karadeliği Afganistan’da olup bitenler
Alev Alatlı’nın Hollywood’u..
Göçmenler, sığınmacılar..(2)
Göçmenler, sığınmacılar(1)
Ateşin çocukları
Siyâsetin ucuzlaşması
Tunus ve sırıtanlar
2023’e doğru Türkiye
Kıvamsız muhafazakârlık
Türkiye-Pakistan ilişkilerinin geleceği
Solcular ve sağcılar
Derinlikler
Târihsel kayıplar
Tecrit savaşları
Mahremiyet kaybı
İran ve Ermenistan seçimlerinin düşündürdükleri (2)
İran ve Ermenistan seçimlerinin düşündürdükleri (1)
Haritalarla bir söyleşi
NATO’nun küreselleşmesi
NATO toplantısı üzerine
Kurumsallık
Açıklık
NATO Zirvesi
Türkiye’nin atağı
Çolak Sâlih, Polat Alemdar ve Nihavend Meydan Faslı
Medenî hâller…
Sokaklar ve siyâset
Antisemitizm
Kudüs ve Mezopotamya
Türbülans
Avrupa ve darbeler
İran düğümü
Türkiye-ABD ilişkilerinin geleceği
Kırılganlık
Afganistan
Egemenlik
Haritalar ne söylüyor?
“Diktatör”…
Bildirilerin dünyâsı
Karadeniz çırpınıyor…
Salıncaklı târih
Biyolojist tehdit
Yeni Soğuk Savaş
HDP’nin kapatılma süreci üzerine
Ortadoğu; deste aynı…
Terleme ve terletme
Papa ve yeni paganlık
Ulusların geleceği
İhtimâller üzerine bâzı akıl yürütmeler
Adem-i merkeziyet mi, adem-i âdemiyet mi?
Biden’ın Münih konuşması üzerine
Çin’de olup bitenlerin düşündürdükleri
Diplomasi gafı mı?
Soyutlama oyunları
Teknoloji ve Türkler
Kültürel metastaz
Sermâye kavgaları
Bilim ve “yolsuzlukları”
Transatlantik’te neler oluyor?
Siyâsetin hafızası
Batı merkezli dünya
İkilikler
Tekno dünyânın cilveleri
İhsan Özgen’in ardından
Geliyorlar…
Minimalizm üzerine
Zamânın kırılganlığı
Bilgi ve görgü dünyâsı olarak Mevleviyye’nin dramı
İki haber…
Moral önderlik
Yaptırımlar
Kamusallıklar
Transatlantik
Yeni yeşil mutabakat 2
Yeni Yeşil Mutabakat (1)
İran ve Türkiye; Quo Vadis?
Biden ile aslında kim kazandı?
Demokrasinin araçsallaştırılması
Hukuk…
Biden ile Türkiye
Biden ile dünyâ
Biden ile ABD
Nâfile bir seçim…
Kutsal, özgürlük ve şiddet
Marx yaşasaydı nereye giderdi?
Rusya’nın ahvâli
ABD seçimlerinden demokrasi ve hukuk manzaraları
Silâhlanma, kan dâvâları ve siyâset
Hazar ve Karadeniz
Savaşı büyütmek
Eksenler…
Kafkasya’da oyun içinde oyun…
İngiltere nerede?
Darbe çağrısı
Üst kimliksiz yaşamak…
Anlaşma
12 Eylül
Târihin diyalektik cilveleri
Feyruz ve Macron
Fransa, Doğu Akdeniz’in yeni sahibi mi?
Türkiye “büyürken” yaşanan küçüklükler..
Kararlılık
Müjde ve sonrası
Trump mı, Biden mı?
Biden hazırlığı
Lübnan ve ölümcül kimlikler
CHP’de olup bitenler
İstanbul Sözleşmesi ve tepkiler
Medeniyet çıkmazı
Kadına şiddet
Kadına şiddet
Avrupa’daki Avrupalar..
Tuhaflıklar..
Müzeden mâbede…
Z Kuşağı
Kuzular ve kurtlar…
Siyâsetten soğumak
Fâtih’in resmi ve Ekrem Bey
Minimalistler
Edilgenlik duygusu
Ayasofya
Kim kazanacak, kim kaybedecek?
Sağlık ve ekonominin kıskacında
Şiddet sarmalı
Pandomima ve Brahmanizm
Mülksüzleştirme
Küresel sosyalizm
Korku ve cesâret
Ligler karışıyor
Bakalım kim kazanacak?
Evveli, âhiri…
Savaş….
OK Boomer…
Kamusal hayâta mersiye
Sentez…
Nasıl bir yakın gelecek?
Platform ve Hududullah
“Bulaş”günlerinde aşk…
Hâfıza-i beşer üzerine bazı notlar
Ev hikayeleri
Toplumsallık mıdır çöken?
Esas kavga…
Kapitalizm ve korkularımız
Sevmek dokunmaktır
Moskova mutabakatının ardından
Avrupa’nın derin kökleri
İnsan kasırgası
Geliyorlar mı?
Söyle Atakan, büyüyünce ne olacaksın? ….
Şuyûu vukûu kadar beter işler…
Daha iyi bir gelecek..
Soçi ve Astana’yı uğurlarken
Virüs târihi değiştirir mi?
Asrın fiyaskosu nasıl işleyecek?