İsmet Paşa’nın Lozan Andlaşması’nın imzâlanmasının akabinde yanındakilere; “Bir asır kazandık” dediği rivâyet edilir. Doğru bir tespit. Evet, şöyle böyle, “en az kazâ ve belâyla”; hattâ mühim sayılabilecek kazanımlarla atlattık bu zamânı. Türkiye artık eski Türkiye değil. Bunu bir güzelleme yapmak için vurgulamıyorum. Maddî temelleri olan bir tespit bu. Evet, Türkiye’nin üzerine yükseldiği riskler, devralınanlar ve nevzuhûr olanlarla devâm ediyor. Ama Türkiye ne demografik, ne toplumsal-siyâsal, ne de ekonomik açıdan bir “Hasta Adam”. Diğer taraftan artık bu “kazanılmış “ zamânın sonuna geliyoruz. Siyâsal söylemde bir “2023 Vizyonu” sıklıkla ifâde ediliyor. Elbette dünyâ da aynı kalmadı. Hayli farklı bir dünyâda yaşıyoruz. Türkiye, tecrübeleriyle hesaplaşarak bir vizyon yenilemesine gitmek zorunda.
“2023 Vizyonu” bir veyâ birkaç siyâsal partinin biraraya gelerek keyfe mâyeşâ üretebileceği bir vizyon değil. Bunun bütün toplumsal unsurları gözeten, günlük ve dönemsel siyâsal tansiyonlardan arındırılmak sûretiyle, kapsamlı bir “Türkiye aklı “ tarafından oluşturulması son derecede elzem görünüyor. Hiç şüphesiz bunun bir ayağı “güvenlik” ile alâkalı. Ama bu tek başına bir şey ifâde etmiyor. “Güvenlik” meselesini, “özgürlük” ve “haklar” meselesiyle birlikte ele almak mecbûriyetindeyiz. Bu meseleleri, körün değneğini bellemesi gibi yegân yegân, ama yek diğerinden kopuk sâhiplenenler taraflar var. Kimileri “güvenlik” meselesini “özgürlük” ve “haklar” meselesilerinden kopuk, hattâ onu tehdit eden bir şey olarak görüyor. Kimileri de zerre miskâl “güvenlik “endişesi hissetmeden “özgürlük” ve “haklar” meselelerini şişirip duruyor. Bu kısmî fil târifleriyle bir yere gideceğimiz yok. 2023 Vizyonu olacaksa eğer, kolaycılık ve basitçilikten imtinâ eden bir mühendisliğe ihtiyaç olduğu âşikâr. Tatbikatta devleti suçlamak ile ulusu suçlamak arasına sıkışan bir dâirey-i fâsid bu.
Meselelere “ilişkisel bakmak” yol gösterici olabilir. Türkiye, 1923’de kurulan bir “devlet-ulus” olarak tecessüm etti. Bunu parçalı ve eklektik olarak düşünürüz çok defâ. Yâni “ulus devletleşti” veyâ tersinden “devlet uluslaştı” der, çıkarız işin içinden. Bu ifâdelerin açılımı, ulusun bir devlet sâhibi olarak kendisini “kurumsallaştırması ”veyâ tersinden, egemenliği devralarak ulusun “devleti ulusallaştırması”, yâni “toplumsallaştırması”dır. Türkiye’de müphem kalan, tam da bu ilişkinin sınırlarının ve ölçülerinin ne olduğudur. Mesele iki blok olarak devlet ve ulusun üstünkörü bir birbirine eklemlendirilmesi, tutkalla tutturulması, yapıştırılması değildir. Hayli girintili, çıkıntılı, inceden inceye hesaplanmış bir terzilik gerektiren bir iştir devlet ve ulusu birbirine dikmek. Bizde maalesef bu hüner gelişmedi.
Pekiyi o zaman ne oldu? Devlet-ulus ilişkileri yaygın bir spekülasyonun konusu olarak çalıştı. Kimileri devleti, kimileri ise ulusu yücelterek mütemâdiyen çatıştı. İlki bir iktidâr pratiği; diğeri ise bir muhalefet pratiği olarak keskinleşti. Fâsid dâire de burada oluştu. Muhalefetler, hak, hürriyet nidalarıyla “ulusun bağrından” çıktı, iktidâr olduklarında ise dışa karşı güvenlikçi, içeriye karşı ise “nizamcı” yüzleriyle katıksız devletçi kesildiler.
Bu fâsid dâireyi besleyen ise daha derinde fâsid bir ekonomik örüntünün olduğu unutulmamalıdır. Buna kısaca, evvelâ toprağın, daha sonra da hizmetler sektörünün merkezde olduğu rant ekonomisi denilebilir. Şahsî kanaâtim, devlet-ulus ilişkisinin bu hâle gelmesinin , çarpıklaşmasının esas sebebi de budur. Moden dünyâda ulus, “sürdürülebilir” ve “arttırılabilir” ölçeklerde “değer üreten” bir varlık olarak mânâ kazanır. Herşey, bu değerlerin kamusal ve kurumsal alanlara mâli kanallarla aktarılmasında somutlaşıyor. Değeri üreten ulus , adı devlet olan kamusal-kurumsal güce adına “vergi” denilen bir kaynağı “ne kadar”, “hangi kullanımların önceliği” üzerinden aktaracak; bunun denetimi nasıl sağlanacaktır? Ulus ile devlet ilişkisinin nasıl olacağını esasta belirleyen budur. Cumhûriyeti ve demokrasiyi mânâlı tecrübeler olarak olgunlaştıracak olan da budur.
Türkiye’de söylemde çatışsa da devlet ve ulus fetişizmi buradan doğuyor. Varlık, zenginlik üretiyoruz, ama değer üretemiyoruz. Devlet “varlık” üretmenin sâdece aracı değil bizzât “kendisi” hâline geliyor. Ulusal girişimcilik ise devlet ile kurulan kuralsız veyâ kuralına uydurulmuş ilişkiler üzerinden, yağmacılığa dönüşerek şekilleniyor. Bürokrasiler ile girişimciler arasında kayıt dışı paylaşımlar temelinde, evet varlıklar büyüyor, zenginlikler oluşuyor, birikiyor, ama “değerli” işler değil bunlar. Demokrasi ise bunun erişim yollarını veriyor. Şahşîci, hemşehricilik temelinde, “klanokrasi” olarak işliyor süreçler. Değer üretmeden varlık büyütmek varolan değerleri de erozyona uğratıyor. Kültür, kimlik, inanç fetişizmi de bunun bir çıktısı. Soru basit: Vergi kaçakçılığının yaygınlaştığı, olağanlaştığı, sık sık affa uğradığı yerde hangi ahlâkî değer barınabilir ki? Vergi kaçakçısı bir toplumdan ulus çıkar mı? Devleti ve milleti ile bölünmez bir bütün olmanın esrârı nedir?
2023 Vizyonu, eğer olacaksa, kimsenin kendisini dışarıda tutmayacağı, esaslı bir iç hesaplaşmayı gerektiriyor. Cârî hesaplaşmaların dışında bir hesaplaşma olmak zorunda bu. Eğer yapabilirsek, evet hiç şüphem yok, bir asır daha kazanırız.
İsmet Paşa’nın Lozan Andlaşması’nın imzâlanmasının akabinde yanındakilere; “Bir asır kazandık” dediği rivâyet edilir. Doğru bir tespit. Evet, şöyle böyle, “en az kazâ ve belâyla”; hattâ mühim sayılabilecek kazanımlarla atlattık bu zamânı. Türkiye artık eski Türkiye değil. Bunu bir güzelleme yapmak için vurgulamıyorum. Maddî temelleri olan bir tespit bu. Evet, Türkiye’nin üzerine yükseldiği riskler, devralınanlar ve nevzuhûr olanlarla devâm ediyor. Ama Türkiye ne demografik, ne toplumsal-siyâsal, ne de ekonomik açıdan bir “Hasta Adam”. Diğer taraftan artık bu “kazanılmış “ zamânın sonuna geliyoruz. Siyâsal söylemde bir “2023 Vizyonu” sıklıkla ifâde ediliyor. Elbette dünyâ da aynı kalmadı. Hayli farklı bir dünyâda yaşıyoruz. Türkiye, tecrübeleriyle hesaplaşarak bir vizyon yenilemesine gitmek zorunda.
“2023 Vizyonu” bir veyâ birkaç siyâsal partinin biraraya gelerek keyfe mâyeşâ üretebileceği bir vizyon değil. Bunun bütün toplumsal unsurları gözeten, günlük ve dönemsel siyâsal tansiyonlardan arındırılmak sûretiyle, kapsamlı bir “Türkiye aklı “ tarafından oluşturulması son derecede elzem görünüyor. Hiç şüphesiz bunun bir ayağı “güvenlik” ile alâkalı. Ama bu tek başına bir şey ifâde etmiyor. “Güvenlik” meselesini, “özgürlük” ve “haklar” meselesiyle birlikte ele almak mecbûriyetindeyiz. Bu meseleleri, körün değneğini bellemesi gibi yegân yegân, ama yek diğerinden kopuk sâhiplenenler taraflar var. Kimileri “güvenlik” meselesini “özgürlük” ve “haklar” meselesilerinden kopuk, hattâ onu tehdit eden bir şey olarak görüyor. Kimileri de zerre miskâl “güvenlik “endişesi hissetmeden “özgürlük” ve “haklar” meselelerini şişirip duruyor. Bu kısmî fil târifleriyle bir yere gideceğimiz yok. 2023 Vizyonu olacaksa eğer, kolaycılık ve basitçilikten imtinâ eden bir mühendisliğe ihtiyaç olduğu âşikâr. Tatbikatta devleti suçlamak ile ulusu suçlamak arasına sıkışan bir dâirey-i fâsid bu.
Meselelere “ilişkisel bakmak” yol gösterici olabilir. Türkiye, 1923’de kurulan bir “devlet-ulus” olarak tecessüm etti. Bunu parçalı ve eklektik olarak düşünürüz çok defâ. Yâni “ulus devletleşti” veyâ tersinden “devlet uluslaştı” der, çıkarız işin içinden. Bu ifâdelerin açılımı, ulusun bir devlet sâhibi olarak kendisini “kurumsallaştırması ”veyâ tersinden, egemenliği devralarak ulusun “devleti ulusallaştırması”, yâni “toplumsallaştırması”dır. Türkiye’de müphem kalan, tam da bu ilişkinin sınırlarının ve ölçülerinin ne olduğudur. Mesele iki blok olarak devlet ve ulusun üstünkörü bir birbirine eklemlendirilmesi, tutkalla tutturulması, yapıştırılması değildir. Hayli girintili, çıkıntılı, inceden inceye hesaplanmış bir terzilik gerektiren bir iştir devlet ve ulusu birbirine dikmek. Bizde maalesef bu hüner gelişmedi.
Pekiyi o zaman ne oldu? Devlet-ulus ilişkileri yaygın bir spekülasyonun konusu olarak çalıştı. Kimileri devleti, kimileri ise ulusu yücelterek mütemâdiyen çatıştı. İlki bir iktidâr pratiği; diğeri ise bir muhalefet pratiği olarak keskinleşti. Fâsid dâire de burada oluştu. Muhalefetler, hak, hürriyet nidalarıyla “ulusun bağrından” çıktı, iktidâr olduklarında ise dışa karşı güvenlikçi, içeriye karşı ise “nizamcı” yüzleriyle katıksız devletçi kesildiler.
Bu fâsid dâireyi besleyen ise daha derinde fâsid bir ekonomik örüntünün olduğu unutulmamalıdır. Buna kısaca, evvelâ toprağın, daha sonra da hizmetler sektörünün merkezde olduğu rant ekonomisi denilebilir. Şahsî kanaâtim, devlet-ulus ilişkisinin bu hâle gelmesinin , çarpıklaşmasının esas sebebi de budur. Moden dünyâda ulus, “sürdürülebilir” ve “arttırılabilir” ölçeklerde “değer üreten” bir varlık olarak mânâ kazanır. Herşey, bu değerlerin kamusal ve kurumsal alanlara mâli kanallarla aktarılmasında somutlaşıyor. Değeri üreten ulus , adı devlet olan kamusal-kurumsal güce adına “vergi” denilen bir kaynağı “ne kadar”, “hangi kullanımların önceliği” üzerinden aktaracak; bunun denetimi nasıl sağlanacaktır? Ulus ile devlet ilişkisinin nasıl olacağını esasta belirleyen budur. Cumhûriyeti ve demokrasiyi mânâlı tecrübeler olarak olgunlaştıracak olan da budur.
Türkiye’de söylemde çatışsa da devlet ve ulus fetişizmi buradan doğuyor. Varlık, zenginlik üretiyoruz, ama değer üretemiyoruz. Devlet “varlık” üretmenin sâdece aracı değil bizzât “kendisi” hâline geliyor. Ulusal girişimcilik ise devlet ile kurulan kuralsız veyâ kuralına uydurulmuş ilişkiler üzerinden, yağmacılığa dönüşerek şekilleniyor. Bürokrasiler ile girişimciler arasında kayıt dışı paylaşımlar temelinde, evet varlıklar büyüyor, zenginlikler oluşuyor, birikiyor, ama “değerli” işler değil bunlar. Demokrasi ise bunun erişim yollarını veriyor. Şahşîci, hemşehricilik temelinde, “klanokrasi” olarak işliyor süreçler. Değer üretmeden varlık büyütmek varolan değerleri de erozyona uğratıyor. Kültür, kimlik, inanç fetişizmi de bunun bir çıktısı. Soru basit: Vergi kaçakçılığının yaygınlaştığı, olağanlaştığı, sık sık affa uğradığı yerde hangi ahlâkî değer barınabilir ki? Vergi kaçakçısı bir toplumdan ulus çıkar mı? Devleti ve milleti ile bölünmez bir bütün olmanın esrârı nedir?
2023 Vizyonu, eğer olacaksa, kimsenin kendisini dışarıda tutmayacağı, esaslı bir iç hesaplaşmayı gerektiriyor. Cârî hesaplaşmaların dışında bir hesaplaşma olmak zorunda bu. Eğer yapabilirsek, evet hiç şüphem yok, bir asır daha kazanırız.
Miçotakis’in ABD konuşması târihsel bir kırılmadır
Sûriye, Irak ve Ukrayna savaşı
Târihsel seyirler
Târihsel vodviller üzerine
Büyülü bir kavram üzerine
ABD kazanırsa?.. Rusya kazanırsa?.. Türkiye?..
Fransa seçimleri
Savaşın katmanları
Coğrafyalar üzerine âfâkî bir yazı….
Toplum olmak
Ukrayna’nın tarafsızlığı
Güzel zamanların sonu
Kuşatmalar
Değerler ve antideğerler
İndirgemecilik
Kokuşan savaş
Ambargolara dâir
Soğuk savaş mı?
Kirli târih
Savaşın cilveleri…
İş bitti…
Kutuplaşma notları
İki hat
Atlantik çatlağı
Düşmanlaştırma üzerine
Muhit mi, takı mı?
Geçiş süreçleri üzerine düşünmek
Savaş rüzgârları
Komedyenler, silikler ve otokratlar
Duygular ve düşünceler üzerine
Türkiye ve İsrail
TURİNG
Bir intihârın düşündürdükleri
Rusya’nın Asya gölgesi
Savaş..
İnsanlar ve âletler
2022’ye girerken
Sokak hayvanları
Azim ve kararlılık
Kriz üzerine düşünceler
İç siyâset-dış siyâset
Târihin fotografi ve sinematografisi
Ukrayna…
Hatay meselesi…
Sessiz ve derinden..
Ekonomik sıkıntı…
Ukrayna ve Tayvan derken
Türkiye, Asya içlerine doğru
Sezâî Karakoç’un vefâtının düşündürdükleri
Türk Devletleri Topluluğu kuruldu..
Bizler ve onlar…
Bırak şu burjuva âdetlerini…
Temellerin duruşması
İsimcilik…
Gecikmiş bir siyâsal transpozisyon üzerine
Kararlılık…
Paralel NATO ve Türkiye
Krizler ve toplumsal mâliyetleri
Akdeniz barışı
Yapılar “arası” ve yapılar “içi” çatışmalar
İran, Türkiye, Azerbaycan ve diğerleri
Bir arpa boyu târih
Avrupa sarsılırken..
Je Suis Karl..
Erdoğan-Putin zirvesine doğru
Ütülü haritalardan büzüşük haritalara
Yatay ve dikey eksenler
Avrupa savaşları..
Arınmaların âkıbeti
Orta sınıflara ne oldu?
İstanbul’un fâtihleri…
Tek Yol mu, Yeşil Yol mu…
Afganistan’daki denklemde görülmeyenler
Afganistan ve ihtimâller
Dünyânın karadeliği Afganistan’da olup bitenler
Alev Alatlı’nın Hollywood’u..
Göçmenler, sığınmacılar..(2)
Göçmenler, sığınmacılar(1)
Ateşin çocukları
Siyâsetin ucuzlaşması
Tunus ve sırıtanlar
2023’e doğru Türkiye
Kıvamsız muhafazakârlık
Türkiye-Pakistan ilişkilerinin geleceği
Solcular ve sağcılar
Derinlikler
Târihsel kayıplar
Tecrit savaşları
Mahremiyet kaybı
İran ve Ermenistan seçimlerinin düşündürdükleri (2)
İran ve Ermenistan seçimlerinin düşündürdükleri (1)
Haritalarla bir söyleşi
NATO’nun küreselleşmesi
NATO toplantısı üzerine
Kurumsallık
Açıklık
NATO Zirvesi
Türkiye’nin atağı
Çolak Sâlih, Polat Alemdar ve Nihavend Meydan Faslı
Medenî hâller…
Sokaklar ve siyâset
Antisemitizm
Kudüs ve Mezopotamya
Türbülans
Avrupa ve darbeler
İran düğümü
Türkiye-ABD ilişkilerinin geleceği
Kırılganlık
Afganistan
Egemenlik
Haritalar ne söylüyor?
“Diktatör”…
Bildirilerin dünyâsı
Karadeniz çırpınıyor…
Salıncaklı târih
Biyolojist tehdit
Yeni Soğuk Savaş
HDP’nin kapatılma süreci üzerine
Ortadoğu; deste aynı…
Terleme ve terletme
Papa ve yeni paganlık
Ulusların geleceği
İhtimâller üzerine bâzı akıl yürütmeler
Adem-i merkeziyet mi, adem-i âdemiyet mi?
Biden’ın Münih konuşması üzerine
Çin’de olup bitenlerin düşündürdükleri
Diplomasi gafı mı?
Soyutlama oyunları
Teknoloji ve Türkler
Kültürel metastaz
Sermâye kavgaları
Bilim ve “yolsuzlukları”
Transatlantik’te neler oluyor?
Siyâsetin hafızası
Batı merkezli dünya
İkilikler
Tekno dünyânın cilveleri
İhsan Özgen’in ardından
Geliyorlar…
Minimalizm üzerine
Zamânın kırılganlığı
Bilgi ve görgü dünyâsı olarak Mevleviyye’nin dramı
İki haber…
Moral önderlik
Yaptırımlar
Kamusallıklar
Transatlantik
Yeni yeşil mutabakat 2
Yeni Yeşil Mutabakat (1)
İran ve Türkiye; Quo Vadis?
Biden ile aslında kim kazandı?
Demokrasinin araçsallaştırılması
Hukuk…
Biden ile Türkiye
Biden ile dünyâ
Biden ile ABD
Nâfile bir seçim…
Kutsal, özgürlük ve şiddet
Marx yaşasaydı nereye giderdi?
Rusya’nın ahvâli
ABD seçimlerinden demokrasi ve hukuk manzaraları
Silâhlanma, kan dâvâları ve siyâset
Hazar ve Karadeniz
Savaşı büyütmek
Eksenler…
Kafkasya’da oyun içinde oyun…
İngiltere nerede?
Darbe çağrısı
Üst kimliksiz yaşamak…
Anlaşma
12 Eylül
Târihin diyalektik cilveleri
Feyruz ve Macron
Fransa, Doğu Akdeniz’in yeni sahibi mi?
Türkiye “büyürken” yaşanan küçüklükler..
Kararlılık
Müjde ve sonrası
Trump mı, Biden mı?
Biden hazırlığı
Lübnan ve ölümcül kimlikler
CHP’de olup bitenler
İstanbul Sözleşmesi ve tepkiler
Medeniyet çıkmazı
Kadına şiddet
Kadına şiddet
Avrupa’daki Avrupalar..
Tuhaflıklar..
Müzeden mâbede…
Z Kuşağı
Kuzular ve kurtlar…
Siyâsetten soğumak
Fâtih’in resmi ve Ekrem Bey
Minimalistler
Edilgenlik duygusu
Ayasofya
Kim kazanacak, kim kaybedecek?
Sağlık ve ekonominin kıskacında
Şiddet sarmalı
Pandomima ve Brahmanizm
Mülksüzleştirme
Küresel sosyalizm
Korku ve cesâret
Ligler karışıyor
Bakalım kim kazanacak?
Evveli, âhiri…
Savaş….
OK Boomer…
Kamusal hayâta mersiye
Sentez…
Nasıl bir yakın gelecek?
Platform ve Hududullah
“Bulaş”günlerinde aşk…
Hâfıza-i beşer üzerine bazı notlar
Ev hikayeleri
Toplumsallık mıdır çöken?
Esas kavga…
Kapitalizm ve korkularımız
Sevmek dokunmaktır
Moskova mutabakatının ardından
Avrupa’nın derin kökleri
İnsan kasırgası
Geliyorlar mı?
Söyle Atakan, büyüyünce ne olacaksın? ….
Şuyûu vukûu kadar beter işler…
Daha iyi bir gelecek..
Soçi ve Astana’yı uğurlarken
Virüs târihi değiştirir mi?
Asrın fiyaskosu nasıl işleyecek?